Bülbülün gözü, Çeşm-i bülbül


Çeşm-i bülbül (Bülbülün gözü), 18. yüzyılın sonunda III. Selim’in Mevlevi dervişi Mehmet Dede’yi cam tekniklerini öğrenmek için Venedik’e göndermesi sonucunda ortaya çıkmış bir cam işleme sanatıdır.

Mehmet Dede opal cam tekniğini öğrendiği Venedik’ten dönüşte Beykoz’da bir atölye açmış, Dede’nin Venedik’ten getirdiği bu tekniğin geliştirilmesiyle çeşm-i bülbül ortaya çıkmıştır. Bu değerli ürünün imalatını yaygınlaştıran kişi ise Tophane Müşiri Fethi Ahmet Paşa'dır.

Çeşm-i Bülbül, yaratılışında kullanılan özel camcılık teknolojisinin yanı sıra, uzun işlemler ve yaratıcılık gerektiren bir üründür. Başlıca özelliği, ince ve renkli cam çubukların yüksek ısıda eriyip, su gibi olmuş camın içine yerleştirilmesidir. "Dönerek burulan" çizgiler, o cam formu biçimlendiren ustanın hünerini ve üslûbunu yansıtırlar.

Çeşm-i bülbül olarak adlandırılan ürünler arasında vazo, sürahi, şekerlik, kase ve tabak gibi formlar bulunur.

 

 

 

 

Tarihi Kanlıca Yoğurdu


Geleneksel yerel lezzetlerimizden Kanlıca yoğurdu, 1893 yılından beri doğal yöntemlerle ve özenle imal edilmektedir. Peki boğazın güzide beldesi Kanlıca'mıza bu eşsiz lezzet nasıl ulaştı da adeta semtimizin bir simgesi haline dönüştü?

93 Harbi olarak bilinen  1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda maruz kaldıkları zulüm neticesi Bulgaristan’dan anavatana göç edenlerin Kanlıca’yı yurt edinmelerinden beri 5 kuşaktır Kanlıcada . İlk Kanlıca yoğurdunu üreten Poyraz İbrahim Ağa ile başlayan bu serüven bugün (Muhammed Ali Sakkaf), tarafından devam ettiriliyor. Kandilli’ye 1878’den sonra gelip yerleşen Bulgar göçmenlerinin yapıp sattığı yoğurdu keşfeden İsmail Ağa, bir süre bunları alıp satmış, sonra da kendi üretmeye başlamış. İsmail Ağa’nın vefatının ardından iş devralan oğlu Şevket Sipahioğlu da Kanlıca Yoğurdu’nu, üzerine reçel, bal, dondurma ve pudra şekeri koyarak ikram etmeye başlamış. Meyveli de denenmiş ama tutmamış. En çok pudra şekerli olan beğeni görmüş. O zamanlar cam kaselerde satılan yoğurt ayrıca antibiyotik özelliği ile bilinirmiş.

1986 yılında ise çiftlik anlayışı içerisinde, bugünün deyimiyle organik tesisleri kuruldu. Ayrıca ürün Kanlıca Yoğurdu marka olarak da 1988 yılından beri tescillidir.

Tarihi Meşhur Kanlıca Yoğurdu, kendine özgü özelliği itibariyle tamamen doğaldır. Doğal yemlerle beslenen, bölgemizin özel florasında otlayan sığır ve koyunlarının sütü özenle seçilerek bir önce üretilmiş Kanlıca Yoğurdu ile mayalanır. Soğutma aşamasından sonra +3 derecede satış noktalarına ulaştırılır. Aslında uyguladığımız süreç, ev tipi üretim sürecinin daha fazla miktarlara uygulanmasından ibarettir. 

 

 

 

İstanbul’un son dalyanı


Dalyan balıkçılığı biraz da balıkçılığın doğaya saygısının özü olan ‘kısmet’ kavramına en yakın yöntemdir. Şimdinin sonarlarla yapılan avları, dalyan balıkçılığında balık sürülerinin hareketlerini tahlil edebilen ve av sırasında zamanlamayı iyi bilen gözcüler (vardacı, kapakçı), ağın ağzının kapatılmasında zamanlamayı tutturabilen ve ağ toplandığında balıkların kaçmasına izin vermeden tekneye alabilen usta balıkçıların hünerlerine bağlıydı.

Evliya Çelebi Beykoz dalyanlarını şöyle anlatır; “İskele önünde, beş altı kadar gemi direğini birbirine bağlayarak denize dikmişler. Direğin ta tepesinde, bir adam bekçi olarak oturur. Karadeniz’in dalgalarından kurtulan kılıç balığı bu limana girince, direğin tepesindeki adam elindeki taşı kılıç balıklarının ardından denize atar. Taş denize ‘cum’ diye düşünce, zavallı balıklar limana doğru ‘selâmettir’ diye kaçmaya başlarlar. Derhal denizin etrafını saran ağların ağzından içeri girerler. Gözcü ise direk başından ‘Alâ!’ diye bağırmaya başlar. Avcılar ise, balık ağının ağzını kapatıp, içeride kalan kılıç balıklarını mızrak ve tokmaklarla vurup avlarlar. Bu balıklar, taşıdıkları kılıca hiç davranmayan tembel balıklardır. Bir kulaç kadar uzun burun kılıcı ağın deliğine girince, kımıldamaya bile vakit bulamaz. Fakat eti sarımsaklı ve sirkeli tarator ile pişirilince, gayet nefis bir yemek olur. Bu dalyanın balığı, balık emini tarafından yetmiş yük akçeye satın alınır.”
 

Beykoz ve İstanbul’un belli bölgelerinde dalyan balıkçılığı daha uzun yıllar devam edecektir. Balık avcılığının teknolojik gelişmelerle çeşitlenen yöntemleri arasında bu zahmetli yöntem de zaman içerisinde terk edilir. Dalyan balıkçılığı biraz da balıkçılığın doğaya saygısının özü olan ‘kısmet’ kavramına en yakın yöntemdir. Şimdinin sonarlarla yapılan avları, dalyan balıkçılığında balık sürülerinin hareketlerini tahlil edebilen ve av sırasında zamanlamayı iyi bilen gözcüler (vardacıkapakçı), ağın ağzının kapatılmasında zamanlamayı tutturabilen ve ağ toplandığında balıkların kaçmasına izin vermeden tekneye alabilen usta balıkçıların hünerlerine bağlıydı. Ağdan kaçan balık ise denizin kısmetiydi.. Kılıç, orkinos, kalkan balıkları sofra ile buluşurken, kaçan balıklar ise göçlerine devam eder ve bir sonraki yıl balık nüfusu artarak yeniden dalyanlara gelirdi.

1920'’li yıllara kadar İstanbul Boğazı’nda saltanatını sürdüren dalyanlar bu tarihten sonra azalsa da Beykoz civarında varlığını sürdürmeye bir süre daha devam etti. Bugün İstanbul’un son dalyanı yine Beykoz’da bulunmaktadır.

 

 

İstanbul'un Su Kültürü, Sırmakeş Suyu


Neredeyse; tam bir asır öncesi, 1900'lü yıllardan bir gün… Yemyeşil ormanlarıyla, tertemiz havasıyla başka bir İstanbul ve bu güzelliğin tam ortasında Beykoz. Beykoz'un cennet ormanlarından kaynağını alan, cam gibi, şeker gibi, bir su. Öyle bir su ki, içen içmeye doyamıyor.

O  yıllarda Tanzimat Dönemi'nin, ünlü romancı ve gazetecilerinden  Ahmet Mithat Efendi kendi arazisi olan Beykoz Dereseki Köyün'deki özel Müezzinoğlu  ormanlarından çıkan bu suya Sırmakeş adını koyar.

2000'li yıllara geldiğimiz bugün, aynı yerde, yine Beykoz Dereseki  Köyün'de o cennet korunuyor. O cennetten Sırmakeş suyu akmaya devam ediyor. Ve Sırmakeş'in suyu yüzyıldır süren bir gelenek haline geliyor. Osmanlı İmparatorluğu 'nun  bu son döneminde diğer ülkelere gönderilen kıymetli hediyeler arasında bir damacana Sırmakeş Suyu büyük kabul görmüştür. Sırmakeş suyu saraylara tulumlara küplerle, orijinal cam şişeleriyle taşınmış , iftar sofralarında özel misafirlere Sırmakeş suyundan kahve pişirmek ayrı bir prestij sayılmıştır.

 

 

 

İstanbul'un Su Kültürü, Karakulak Suyu


Karakulak 18.yy. sonlarına kadar Dereseki'nin koyu kadife bir yamacını şeritleyen adsız bir su idi. Tokat köşkünün şimdi Çifte Çınarlar şeklinde adlandırılan yerdeki has ahırlarında bir çeşit postacılık ve muhaberecilik yapan Karakulak Ahmet Ağa'nın yakalandığı hastalığını geçiren bu suyun kâşifi olmuştur.

Suyun çıktığı ve döküldüğü topraklar Cennet isminde bir hanımın mülkü iken Ahmet Ağa bunlardan üç dönümlük bir yer satın alarak serseri suyu bir çeşmede toplamıştır. Ahmet Ağa'nın Bostancı başına bağlı bulunduğu teşekkülün bir vasfı olan 'Karakulak' adını alan çeşme sonra bu adı bütün bir semte vermiştir. Öyle ki, bu ad tarihi Dereseki adını bile gölgelemiştir. İstanbul'un ve Boğaz'ın Türk Çeşmesinde büyük rolü olan 'Dereseki' şimdi Ahmet Ağa'nın yakaladığı su ile adı büyük ve geniş muhite yayılan bir ün yapmıştır. Dereseki'nin Karakulak suyu mütehassısların raporuna göre dünyanın en iyi vasıflarını taşımaktadır.

I.Sultan Mahmut'tan beri bütün Osmanlı padişahları ve son halife Abdülmecid Efendiye kadar Karakulak suyu içerlerdi. Su, gümüş güğümlerde ağızları mühürlü olarak Osmanlı Saray'larına getirilirdi. Hıdivler, Mısır Kralı Fuat, oğlu ve Mısır Sarayı bu suyu içerdi.Karakulak Ahmet Ağa'nın mezarının baş tarafındaki hitabesinden I.Sultan Mahmut zamanında H.1145 (M.1741) yılında vefat ettiği anlaşılmaktadır.

Ahmet Ağa'nın yaptırdığı çeşme zaman içerisinde harap olmuştur. Bugün ayakta duran som mermerden çeşmeyi II.Sultan Mahmut yaptırmıştır. Çeşme H.1252 (M.1836) yılında yenilenmiştir.

 

 

Hidiv Çubuklu'da


Geçen asrın sonunda genç yaşta Mısır Valisi olan Abbas Hilmi Paşa, Mısır'daki Anglo–Sakson nüfuzuna karşı Osmanlı–Germen desteği arar. Bu desteği alabilmek için Osmanlı payitahtında kalması gereken genç Paşa, 1903 yılında Çubuklu'da 2 ahşap yalı satın alır.

Zamanla yalılarının arkasındaki yamaçları ve üst düzlüğü kapsayan 270 dönümlük bahçeyi de alan Paşa, 1907 senesinde İtalyan mimar Delfo Seminati'ye o devrin mimari modasına uygun olarak art nouveau tarzındaki muhteşem saray yavrusunu yaptırır.

Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizler Hidiv'i azledip mallarına el koyduklarını meşhur Kahire Kararnamesi ile açıklarlar. Abbas Hilmi Paşa servetinin büyük kısmını kaybetmiş bir halde İsviçre'ye sığınır. Harp sonrasında da Almanlarla irtibatını kesmeyen sabık Hidiv, 1920'li, 1930'lu senelerini Çubuklu'daki Kasır'da, Fransa'daki Chartes şehrinde bulunan malikanesinde ve Cenevre'deki villasında geçirir. Almanya'da iktidara Adolf Hitler gelince, Abbas Hilmi Paşa Mısır'ı yeniden kazanabilmek için Hitler ile yakın temasa geçer. Bu gaye ile İstanbul'u terk etme kararı alır ve dostluk kurduğu Atatürk'ün isteği ile Çubuklu'daki Kasrı'nı İstanbul Belediyesine 60 bin lira gibi sembolik bir bedel karşılığında taksitle satar. Hidiv ayrılmadan önce de eşyaları müzayede ile satılır. Ancak savaşı Almanların kazanma ihtimali 1944'te sona erince Paşa'nın hasta kalbi dayanamaz ve bir kalp krizi ile Cenevre'de vefat eder.

 

Beykoz Çayırı'nda Cazbant - Yıl 1931


1.Dünya Savaşı’nın yarattığı kültürel devrim, cazın ABD’den dünyaya yayılmasını sağladı. 1920’lerde İstanbul, ilk “cazbant”, yani caz orkestralarıyla tanışmıştı. Fotoğraf 1931 yazında Beykoz Çayırı’nda çekilmiş. İstanbul’da ilk kez duyulmasının üzerinden 10 yıl bile geçmediği halde, cazın nasıl yayıldığını gösteren bir örnek.

1930’lar dünyada caz müziğinin altın çağı olmuştu. Scott Yanow, resimli müzik ansiklopedisi The Illustrated Encyclopedia of Music’de şöyle yazıyor: “1935-46 arası, gençlerin caz türü orkestraların eşliğinde dans ettikleri dönemdi. Bugünün pop müzikçilerinin yerini caz orkestraları işgal ediyordu.” ABD’nin New Orleans kentinde doğan Amerikan siyahlarının bu müziği, Avrupa’ya 20. yüzyıl başında gelmişti. 1.Dünya Savaşı, kıtadaki geleneksel kültürü bombalamıştı. Sanatı yeni ve cesur akımlar ele geçirmiş, Avrupalı gençler, ana babalarının “ilkel zenci müziği” dediği bu farklı sese kapılmışlardı.

İstanbul ise savaş bittiğinde işgal edildi ve Bolşevik Devrimi’nden kaçan Beyaz Ruslar’ın akınına uğradı. Kentteki Batı tarzı yaşam, Avrupa’daki bu yeni akımlardan hemen etkilendi. Cazın İstanbul’daki öncü isimlerinden ikisi, Rusya’dan göç etmişti. Ruslar Avrupa’da cazı ilk benimseyenler arasındaydı. Sonradan Sibirya’ya sürülecek olan Sovyet cazının babası Valentin Parnak (1981-1951) 1920’lerin başında Moskova’da caz yapmaya başlamış, hatta plak doldurmuştu.

Rahmetli İlhan Mimaroğlu, Caz Sanatı kitabında, Leon Avigdor adlı Türk vatandaşının 1920’lerde Paris’te duyup sevdiği cazı, bir Rus göçmenler birlikte İstanbul’da icra ettiğini yazar. Rus göçmen Nikolay (Kolya) Yakovlef, piyanisttir. Leon Avigdor da alto saksafon çalmayı öğrenir. Yanlarına bir davulcu ve bancocu alarak “Ronald’s” adlı bir kuartet kurarlar. 1925-26’da Union Française’de, Amerikan Sefareti partilerinde çalarlar. Ancak bu kuartet her şeyden önce bir dans orkestrasıdır; arada tango da çaldığı olur.

1925’te yayınlanan ilanlara bakıldığında, F. Thomas’ın yönettiği Maksim Restaurant’da bir cazbandın (caz orkestrasının) müzik yaptığı görülür. Gardenbar Geceleri ‘nin yazarı Fikret Adil’e göre, Amerikalı bir siyah olan Thomas, bir Rusla evlidir. Moskova’da işlettiği lokantasını devrimden sonra kapatmış, İstanbul’a gelip Maksim Gazinosu’nu açmıştır: “Gerçek anlamıyla caz takımını İstanbul, ilk olarak Maksim’de dinledi. Bu dinlenilen caz, ‘7 Palm Beach’ adını taşıyan ve yedi zenciden oluşan orkestraydı. Bunlar yolculuğa çıkmaya karar vermişler, masraflarını karşılamak için de bir orkestra yapmışlardı.